Birleşmiş Milletler, 1992 yılında yoksulluğa dikkat çekmek ve dünyadaki yoksulluğu sona erdirmek amacıyla 17 Ekim’i “Dünya Yoksullukla Mücadele Günü” ilan etti. Her yıl farklı temalarla tüm dünyada bu gün kutlanıyor. Bu yılın teması ise: "Sosyal ve Kurumsal Kötü Muameleyi Sonlandırmak." Dünyanın birçok yerinde etkinlikler yapılırken, bu konunun ülkemizde yeterince ele alındığını söylemek mümkün mü? Ne yazık ki hayır.
Türkiye’de derinleşen yoksulluk, yalnızca rakamlarla değil, halkın yaşadığı acı gerçeklerle de ortada. Milyonlarca insan temel ihtiyaçlarını karşılayamazken, devletin ve yetkililerin bu duruma duyarsız kalması oldukça üzücü. İnsanlar çocuklarının karnını doyurabilmek için çabalarken, ülkenin gündemi bambaşka noktalara kaydırılıyor.Anayasal kavramlar tartışmaya açılıyor…
Makarna Dahi Alamıyorlar, Makarna!
Geçtiğimiz günlerde basına yansıyan bir olay, ülkemizdeki yoksulluğun ne kadar derin olduğunu gözler önüne serdi. Bir anne, çocuğunun beslenme çantasına koyabildiği tek şeyin bayat ekmek ve domates olduğunu söylüyordu. Sınıfta makarna kokusu alan çocuk annesine şöyle diyor: “Anne, kokusu çok güzeldi, canım çekti.”
Bu anekdot, ne yazık ki, sadece bu ailenin yaşadığı bir durum değil. Ülkemizde birçok aile, çocuklarının beslenme çantasına koyacak yiyecek bulmakta zorlanıyor. Basit bir tabak makarna bile artık bir lüks haline gelmiş durumda. Peki, bu yoksulluğun sorumlusu kim? Ülkenin içinde bulunduğu bu ekonomik krizden kim sorumlu tutulmalı? Yöneticilerimizin gündemi neden bu temel sorunlar değil?
Bilimsel Veriler Ne Söylüyor?
Bilimsel veriler de bu durumu destekliyor. Açlık sınırı 20 bin TL’yi, yoksulluk sınırı ise 70 bin TL’yi geçmiş durumda. 2022 yılında dünya genelinde sefaletin en yüksek olduğu 10. ülke idik. 2023 yılında 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı 40 bin TL civarında açıklanmıştı, şimdi çok daha yüksek. Belki de, şu an tüm ülkeleri geride bırakmış olabiliriz.Gelir dağılımındaki eşitsizlik, yoksulluğun daha fazla insanı etkilemesine neden oluyor ve bu durum, Türkiye’nin gelir adaletsizliği açısından oldukça sıkıntılı bir noktaya geldiğini gösteriyor.
Çocuk Yoksulluğu: Geleceğimizi Tehdit Eden Tehlike
Yoksulluk sadece bugünün değil, aynı zamanda geleceğin de sorunu. Türkiye’de milyonlarca çocuk, yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bu durum, onların eğitim ve sağlık hizmetlerine erişimini büyük ölçüde kısıtlıyor. Geleceği ellerinden alınan bu çocuklar, sadece ekonomik değil, aynı zamanda insani bir krizle de karşı karşıya. Çocuklarımızın temel haklarını korumak, devletin en temel görevi değil mi?
Yoksulluk, İnsan Onurunu Zedeler
Yoksulluk, bir ekonomik problem olmanın ötesinde, insan onurunu zedeleyen bir durumdur. Bir çocuğun en basit gıda ihtiyaçlarına erişememesi, bir annenin çocuğunun beslenme çantasına sadece bayat ekmek koyabilmesi bir insan hakları sorunudur. Bu, halkı küçümseyen ve acılarını umursamayan bir politik anlayışın sonucudur.
Yoksulluk, İnsanları İnsana Yakışır Bir Yaşamdan Mahrum Bırakır
Yoksulluk, insanları temel haklarından mahrum bırakır. Barınma, sağlık, eğitim gibi temel ihtiyaçlara erişim, ekonomik zorluklar nedeniyle imkansız hale gelir. Bu insanlar, yaşamları boyunca temel ihtiyaçlarını karşılayamamanın getirdiği çaresizlikle yaşamak zorunda kalıyor. Yoksulluğun yarattığı insani dramlar görmezden gelinemez.
Çözüm İçin İnsan Odaklı Politikalar
Yoksullukla mücadele sadece ekonomik politikalarla değil, insan haklarına saygı temelinde şekillenmelidir. Sürdürülebilir politikalar hayata geçirilmelidir. Sosyal yardımların güçlendirilmesi, işsizliğin azaltılması, gelir adaletinin sağlanması ve çocuklara eşit eğitim fırsatları sunulması, öncelikli hedefler arasında olmalıdır. İnsan onuruna yakışır bir yaşam, lüks değil,temel bir haktır.
Devletin Görevi Nimet ve Külfet Dengesini Korumaktır
Devletler, zaman zaman inişli çıkışlı dönemler yaşayabilir. Bu, iktidarın hatalarından kaynaklanabileceği gibi, küresel krizler gibi dış etkenlerden de kaynaklanabilir. Ancak her ne sebeple olursa olsun, devletin temel görevi toplumda nimet ve külfet dengesini korumaktır. Yoksulluk, ülkemizde milyonlarca insanın yaşadığı derin bir insanlık krizine dönüşmüş durumda. Böyle bir durumda iktidarın, bu sorunu çözmek yerine anayasal kavramları tartışmaya açması/ortaklarına açtırması üzüntü vericidir.
Bu sorunun görmezden gelinmesine izin verilmemelidir. Her vatandaşın insan onuruna yakışır bir yaşam sürme hakkı vardır.