Miladi takvime göre 1 ocak itibariyle yeni yıla giriyoruz. Bu geleneğin dini olduğunu düşünenlere, örneğin Hazreti İsa’ nın doğumuyla ilişkilendirenlere, Batı’da bu konuda görüş farkları olduğunu hatırlatmak isteriz…
Mesela Matta İncili’ ne göre Hazreti İsa’ nın doğum yılı, miladi takvimde başlangıç kabul edilen tarihin öncesindedir, diyen görüşler vardır. Hatta hatta Noel gecesi bile Batı Hıristiyanlarında aralığın 24’ünü 25’ine bağlayan gece; Doğu Hıristiyanlarında ocağın 5’ini 6’ sına bağlayan gecede kutlanır;
İşte Batıda Paskalya Tatili diye kutlanan ve onbeş günü aşan uzun tatilin nedeni budur; her iki inanç-gurubunun dini bayramlarını kutlayabilmesini içindir!
Bu ‘kutsal –gün’ törenleri, değişik biçimde Hıristiyanlıktan çok önce, Roma ve Yunan toplumlarında da yer almış; mesela Noel adı, Hıristiyanlıktan önce kitlesel karşılama törenlerinde, selamlaşmanın- büyük bir adamın, önemli bir düşüncenin bir ifadesi olarak kullanılmış….
Bu konuda başka örnekler verecektik ama gerek yok; özel ilgi alanlarına girenler araştırabilir;
Kısaca diyeceğimiz o ki dinsel geleneklerin zamanlamasına ve içeriğine çok dikkat etmek lazım. Mesela yine tarihlendirme üzerine İslâm’da Hicret’i esas alan yılbaşı’ nı örnek verelim; dinimizde Bayramlar ve Yılbaşı ay takvimine göre belirlenmiştir... Ayın dönüşü daha kısa dönemler içerdiğinden miladi takvime göre ‘özel günler’ sabit kalmaz; şimdi kalkıp da hicri takvime göre geçmişteki bir ‘vakıayı’ miladi takvime göre kesinleştiremezsiniz!…
Şu an ki Batı kültüründe ise Güneşin dönüş esasına göre takvim sayılarında tarihte iki-üç kez değişikliklere gidilmiştir; bu konuda Müneccimlerin ay-güneş tutulmaları esasına göre bazı varsayımlar ürettiklerini okumuşuzdur;
Ama en önemlisi kadim kültürlerde astronomi bilgilerinden geleceği okuyabilme sanatı konusunda çok ciddi çalışmalar yapıldığıdır;
Örneğin Araplar 1186 yılında, Nuh tufanının bir benzerini yaşamaları korkusuyla Müneccimlere danışmışlar;
Aynı şüphe 1407 yılında Yunanlıları esir almış; ünlü Müneccimbaşılarından biri olan Hey’etsinas ‘a gelip dertlerini anlatmışlar;
Müneccim şu cevabı vermiş: ‘’(korkmayın)… Nuh zamanında SEYYARELERİN yedisi Hut burcunda toplanmış ve tufan bu yüzden kopmuştu. Bu yıl ise yalnız Zühal bu burçta değildir. O da bu burca girmiş olsa idi Nuh Tufanına benzer bir tufanın kopması mümkün olurdu. Fakat benim anlayışıma göre memleketin birinde (su baskını nedeniyle) boğulacaklar olacaktır.’’
O yıllarda büyük sel felaketleri oldu mu bilemiyoruz; ancak bu tür korkular insanlık tarihinde hep vardı; esas olan şu: ‘SEYYARELERİN yedisi Hut burcunda toplanmış ve tufan bu yüzden kopmuştu!’ Bizler buradaki kavramları ne kadar bilebiliyoruz;
Seyyareler demek, gezegenler demektir. Buradaki yücelik pek çok âlimi etkilemiştir; birçok edebiyatçılar, felsefeciler gökyüzünden ilham alarak evrenin sonsuzluğunu düşünmüşlerdir. Örneğin Mevlâna’ da da pek çok burç adı geçer; mesela Simâk burcu; yücelik yolu anlamını taşır, ilahi aşkın ve yüksek bir vecd’in ifadesiymiş…
Bir dizesinde de, ‘Zühal gibi yedinci kat gök üzerinde koşuyorum,’ der.
Ama iş Zühal’le bitmiyor; bir gün bir bakmışlar seyyarelerin altısı ‘Mizan’ burcuna yerleşmiş; Zühal de var; ancak bu kez Merih (gezegeni) yokmuş… Nitekim rahat bir nefes alınmış!!
Demek istediğimiz şu ki, burçlar hâlâ gizemini koruyan bir araştırma alanıdır.
Güneş de bir gezegendir; o büyük, parlak duruşu nedeniyle, ilk çağların gece karanlığındaki pek çok tehlikeden sabah aydınlığında kavuşulan rahatlığa yönelik olarak güneşe tapınıldığı düşünülür;
Bu ilk medeniyetlerin izleri bugüne nasıl yansıdığını merak eder misiniz?
Örneğin Hıristiyanlarda azizlerin, yücelik atfedilen insanların baş çevresinde görülen beyaz halkalar güneş’ten gelir; çok öncesinde Mısırlılar da da aynı kültürün olduğunu görürsünüz…
Bu kültürde dikilitaşların önemli olduğunu biliyoruz; o dönemlerde dikilitaşlar güneş ışınlarının ‘taş haline’ gelmiş şekli olarak kabul ediliyormuş. Amaçları ne olduğunu merak ediyorsanız söyleyelim;
Yeryüzü ile gökyüzü arasında bir bağlantı sağladıklarına inanılırmış… O nedenle dikilitaşlar hep yüksek boyutlarda yontulmaya çalışılmıştır…
Neden? Çünkü çok-çok eskilerde Krallar, gökyüzününe yakın olmak için hep yüksek binalar dikmeye çalışmıştır…
Babil kuleleri böyledir mesela; Sigurat’lar da bunun için dikilmiştir!..
Sigurat nedir?
Çok yüksek bir dağın tepesi ya da tapınakların tepe noktası anlamına gelir. Bir çeşit piramitmiş buraları; gözlem yerinde rahipler araştırma yaparlarmış;
Amaçları neydi peki?...
Gökyüzündeki burçların evrelerini gözleyerek ‘zamanı’ ölçen, mevsimsel dönüşümlerle ilgili bilgi sahibi olmak için çalışırlarmış… Zaten tüm medeniyet tarihi boyunca gökyüzü kadim kültürler için hep büyük bir merak konusu olmuştur.
En ünlüleri de Sümerlerdir. İlk yazıyı onlar bulmuşlar, kullanmışlardır. Onlar da Tufan’dan söz ederler. İşte insanlığın bilinen tarihinin sınırına geldik; dinsel metinlerde söz edilen büyük tufanın Sümer öykülerinde anlatılan ile aynı olup-olmadığı sürekli tartışılır; bu nedenle insanlığın medeniyetin başlangıcı hâlâ belirsizdir;
Peki Sümerlilerin burçları isimlendiren bir kavim olduğunu biliyor musunuz?... Daha, o dönemlerdeki Çin uygarlığından söz etmedik. O zaman soralım, takvim yapma merakı neden önemliydi insanlar için, neden insanlar zamanı günlere, aylara, yıllara bölme gereği hissetmişlerdir?
Bizce birinci neden, an’ın tarihlendirilmesinin hafızalarını güçlendirecek bir işlev olmasıdır; özellikle doğal olaylarının dönemselliklerini karşılaştırma ve gökyüzüyle ilgili olarak uzay-yerküre sistematiğindeki ilişkileri kavrayabilme meselesidir…
Mevsimlerin bilgisi bir medeniyetin yaşaması için çok önemlidir; yağmur, kuraklık veya depremlerin bağlantılı olduğu bir ‘doğa’ ilişkisi varsa bunun nedeninin bilinmesi, o kavmin yaşaması için çok önemlidir…
İkinci neden, an’ın tarihlendirilmesiyle birikimlerinin ya da kendi hatırasının bir sonraki nesillere aktarılmasıdır ki; insanın bu ‘dünyaya kazık çakmayacağının’ ilk fitili burada ateşlenmiş olabilir… Belki de bu nedenle takvimlerin ortaya çıkışıyla insan ister-istemez kendini evrende ‘konumlandırmaya’ çalışmıştır.
Bunların temelinde hep kader düşüncesi vardır; bir şekilde insan, bilgeliği arayış çabasındaki varlık-hislerini, temel bir yaratıcı-düşünceyle uyumlaştırmaya çalışır;
Belki doğanın geniş açısına bakarak kendi miniminnacık oluşuyla gökyüzünün yüceliği arasında bir bağ-yakınlık kurmak istemiş olabilir…
Öte yandan bir diğer yol, diktatörlerde olduğu gibi, Bilgi’ yi kullanarak insanların üzerinde kudretini gösterme sanatına sahip olma arzusudur;
Kötü kalpli Cinlerin, kötü kalpli kralların adlarının geçtiği masal dünyalarındaki iyilik mücadelesinin kültürel temeli buna dayanır…
Kötü krallar kazanırsa, dünya tarihini kendilerine göre yazacak; gelecek için de kendilerini tanrılaştırmaya çalışacaklar..Töbe-töbe…!!
Onlar medeniyetimizin başında hep bir ‘dert’ olmuştur… Zamanda tarih boşluğu yaratıp kendi ‘hükümranlıklarını’ tescil ettirmeye çalışırlar;
Buna karşılık Mısır Firavunlarıyla simgeleşen insanların ve ‘ihtirasların’ karşısına çıkan Hazreti Musa, Hazreti İsa, Hazreti Muhammed, tüm Peygamberlerimiz, firavunlaşan insanlığa karşı hep bilgiyi insanlığa yayma mücadelesi vermişlerdir…
‘İkra,’ -Oku!...- bilgisinin ne anlama geldiğini daha iyi anlamaya çalışmalıyız.