Yüksel Durak

Tarih: 23.03.2022 10:12

İtiraf ve Özür…

Facebook Twitter Linked-in

Ey güneşte kurutulmuş et yiyen kadınının oğlu!

Sen bizi bırakıp gittikten sonra, bi haller oldu bize. Etimiz kalmadı. Kalsa bile kurutacak güneşimiz karardı.

Ama hemen öğrendik; aslında gerek de yokmuş.

Birbirimizi yemeğe başladık. O günden bu yana, doyamıyoruz birbirimizi yemeğe…

 

Ey Abdullah’ın oğlu ‘Kul Muhammed’!

Halkın sana ‘el-Emin’ dedi. Güvenilirdin; hiçbir şey senden zarar görmezdi, görmedi.

Ama hiçbir şey; insan, hayvan, bitki…

Ama sen gittikten sonra biz beceremedik…

Korktu bizden insanlar. Korktu bizden hayvan ve bitkiler.

Halen korkuyor bizden doğa…

 

Ey ‘el-Emin’ olan Muhammed!

İnsanlar sana malını ve canını ve hatta her şeyini emanet etti gözleri arkada kalmadan.

Biz, emanetleri hızla tüketenler olduk…

 

Ey ehliyet ve liyakatin timsali Muhammed!

Mekke’nin fethinde Kâbe’nin anahtarlarını; en yakın arkadaşların, belki amcanın oğlu da beklerken ‘ehliyet ve liyakat’ sahibine verdin.

Bu bize çok koymuş olmalıydı. Senden sonra anahtarlar için hep ‘güvenilir yakınlar’ aradık.

 

Ey Amine’nin Güzel Oğlu!

Sen, o hepimizin istediği cenneti annelerin ayakları altına koydun…

“Öf!” bile denmeyecekti onlara.

Ama biz gönül almayı bilemedik. Sonradan Yunus bizi “Dostun evi gönüllerdir” diye uyarsa da “gönül” nedir bilmedik.

 

Ey Hatice’nin Güzel Kocası!

Sen titredin ya eşinin üstüne… Hiç kıyamadın ya… Sevdin onu, baş tacı yaptın ya.

Ama senden sonra biz bu örnekliğin yanlış olduğunu gördük.

Kadınlarımıza, kızlarımıza hiç değer vermedik. Bağırdık, çağırdık, hırpaladık, şiddet gösterdik.

Biz oruçluyken, yemeğin tuzunu ayarlayamayan kadını dövme hakkı bulduk kendimizde.

Sen kıyamazken Hatice’ne; biz hemen her gün, öldürür olduk Haticeleri, Fatmaları, Burcuları, Yeşimleri, Sevimleri, Melekleri…

 

Ey Fatma’nın Güzel Babası!

Hani hep ‘gözümün nuru’ diye sevdin ya güzel kızını…

Biz hiç kıyamazsın sandık. Sandık ama dedin ki; terazinin bir kefesinde adalet ve bir kefesinde “Gözümün nuru Fatma” olsa, siz adaleti tutun

Biz kıyamadık. Adaletin karşısındaki kefede kim var, hep ona baktık. Değil Fatma; kefedeki, bizden herhangi biriyse bile, biz hep onu tuttuk.

 

Ey Hasan ve Hüseyin’in Güzel Dedesi!

Asla kıyamadın ya sen onlara… Namazında bile seninle oyunlarına ses etmedin ya.

Bizi ‘emin’ sanarak bize emanet ettin ya…

Allah’tan ‘gözünün nuru’ sana çabuk kavuşmuştu, tanık olmadı zulmümüze…

Senden sonra biz; torunlarının babası, damadın ve amcaoğlun Ali’yi katlettik. Henüz otuz sene bile olmamıştı.

Senden sonra daha elli yıl bile geçmemişti; ‘ev halkının’ son kalanlarını Kerbelâ’da öldürdük vahşice.

Emanete sahip çıkmayı ya öğrenememiş ya da önemsememiştik ki hıyanet ettik…

 

Ey Güzel Komşu!

Hani, dedin ya; “Komşusu açken tok uyuyan bizden değildir”.

Lütfen bak! Biz, bu sözüne sımsıkı sarıldık. Çok tuttuk bu sözünü. Unutmadık komşularımızı.

Sürekli ilgilendik onlarla; bunun, karşılığı cennet olan bir imtihan olduğunu söyledik.

Sürekli sabır ve şükür telkin ettik onlara…

 

Ey Güzel İmam!

Namazlarından sonra cemaatine dönüp, ‘Bir derdi, bir hastalığı, bir zorluğu olan var mı?’ diye soruyordun ya sen. Dayanışma ve paylaşma ile bir ‘cemaat’ olma sorumluluğu ve bilinci veriyordun. Bir, birlikte ve beraber olmayı örnekliyordun.

Senden sonra biz mütemadiyen ‘bölünme’ örneklikleri verdik. Kısımlara, fırkalara, mezheplere, tarikatlara bölündük.

Ayrışmayı, bölünmeyi sevdik, kısımları da kendi içlerinde böldük. Onları da…

Yeni yeni imamlar, hocalar, efendiler edindik. Diğerlerini ötekileştirdik.

 

Ey Güzel Elçi!

Biz seni çok sevdik. Biz sana, -canımızı ve malımızı bilemiyorum ama- anamızı, babamızı, evlatlarımızı feda ettik.

İsminin önüne ve sonuna unvanlar koyduk. Bir kez olsun seni, salât ve selamsız anmadık… Ululaştırdık, yücelttik, kutsallaştırdık…

Bize ilettiğin mesajda “..peygamberlerine inandılar. “O’nun elçileri arasında ayırım yapmayız…”[1] denmesine rağmen seni ‘En güzel, en iyi ve en büyük peygamber’ ilan ettik.

Seni çok sevdik; sofraya bağdaş kurarak oturduk. Evimize sağ ayakla girdik. Geceleri tırnak kesmedik. Yatarken sağımıza yattık. Dişimizi misvakla temizledik. Gömlek düğmelerimizi aşağıdan yukarı ilikledik, çözerken tam tersini yaptık, senin gibi.

Seferi olduğumuzda farz namazlarını iki rekâta indirdik ama senin sünnet namazlarından asla taviz vermedik, tam kıldık, tam kılınması gerektiğini söyledik.

Biz seni çok sevdik, sözlerini hiç unutmadık. Yıllar, asırlar sonra onları derledik, toparladık, ciltler dolusu ‘Hadis Külliyatları’ oluşturduk.

Sonra baktık; bazıları anlaşılmaz ve tuhaf gelirken bazıları Kur’an-ı Kerim’le ve bazıları senin hayatınla hiç uyuşmuyordu.

Yine de kıyamadık; onlara sayfalar dolusu teviller, açıklamalar getirdik; sen öyle demiş olamazdın, şöyle demiş olmalıydın.

İyi niyetli tevillerimiz, açıklamalarımız da yok değildi. Sen; ilim öğrenmek her Müslüman’a farzdır demiştin ama öğrenilecek ilmin ‘ilmihal’ ilmi olduğunu söylememiştin. Biz kattık ve düzelttik onu.

 

Ey Güzel Peygamber!

Sen gittikten sonra bize Kur’an kalacaktı elbette. Sonra örnekliğin…

Güzel ahlakı tamamlamak için gönderilmiştin ya sen! Bize kalacak olan ahlakındı…

Ahlak, erdem ve fazilet… İyilik ve güzellik… Dayanışma, yardımlaşma ve paylaşma…

Kim bilir; belki bir gün sıra onlara da gelir

 

[1] Bakara/285


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —