Selim Gürbüzer

Tarih: 12.09.2025 19:08

DÜRZĺLER

Facebook Twitter Linked-in

       Dürzîlik, Fatımî Halifesi Hâkim-Biemrillah döneminde  (996-1021) kendisine ulûhiyet isnad edilip, güya tüm dinlerin hükmünün kalktığı ileri sürülerekten halifenin ismine atfen veziri Hamza b. Ali tarafından ‘Hâkimiyye’ adıyla kurulan bir fırkadır. Aynı zamanda siyaseten Fatımî devlet ortamında, kültürel olarak da Şiî-İsmailî ortamında yeşeren aşırı  (ğalî) Bâtınî özelliği ile de adından söz ettiren bir akımdır.  Her ne kadar Dürzîlik kuruluşunda “Hâkimiyye” ismiyle ortaya çıksa da sonrasında değişik isimler altında da dikkatleri üzerine çeken bir fırkadır.  Nitekim daha öncesinde Hamza’nın yakını ve daisi iken sonrasında mürtedlik ithamıyla damgalanan Anuş Tekin (Neştekin) ed-Dürzî’nin ateşli propagandist faaliyetlerine binaen kendi ismiyle müsemma  ‘Dürziyye’ fırkası olarak da yaygınlık kazanmışlığı söz konusudur. 

       Şu da var ki, Dürziyye mensupları her ne kadar kendilerini Arap kökenli olarak lanse etseler de gönül verdikleri “İsmailî-Bâtınî-Ğalî” akımının arka perdesinde Maniheizm, Zerdüştilik, Yeni Eflatunculuk, Helenizm, Gnostisizim ve Doğu Hıristiyan mezheplerinden harmanlanmış inanç sistemlerinin esintilerinden üzerlerine sirayet eden öğretilerinin etki izleri vardır. Nitekim kökü dışarda bu sapkın akımın kurucusu Muhammed b. Nusayr en-Nemirî,  İslam akaidi ile taban tabana zıt “hülul, ittihad, tenasüh”  üçlü sacayağı üzerine dayanak teşkil eden kavramlarla etrafında küçük bir halka da oluşturabilmiştir.

       İşte kökleri kuruluşundan çok daha önceki devirlere dayanan bu akımın Dürziyye mensuplarına göre; Hâkim-Biemrillah altıncı Fatımî halife olarak devletinin başına geçtiğinde adına ‘Keşf dönemi’ diye nitelendirdiği yeni bir dönemin eşiğine gelindiğini muştulamak gayesiyle kendisinin bizatihi etrafa davetçiler gönderdiği yönünde bir görüş ileri sürerler. Güya bahse konu olan bu Keşf döneminde hak ve hakikatin zuhur edeceğini, tevhidi bilginin asıl hakikatinin bu davaya kendini adayacak olanlara zahir olunacağıdır. Böylelikle bu iş için Seleme b. Abdülvehhab kolları sıvayan ilk seçilmiş seçkin taifeden olup hemen ardından Muhammed b. Vehb, onun ardından da İsmail b. Muhammed seçkin seçilmişler taifesine dâhil olurlar. Böylece her biri seçkin zatlar sıfatıyla gittikleri yerlerde ardı ardına 7 yıl aralıklı sürelerle irşad faaliyetlerinin ön hazırlığına koyulurlar da. Derken toplamda 21 yıl süren ön hazırlık devresinin irşad faaliyetleri olgunlaşıp tamamlandığının kanaati kendilerinde hâsıl olduğunda, Fatımî Halifesi Hâkim-Biemrillah artık düğmeye basıp yıllar öncesinden işaret ettiği 30 Mayıs 1017 yılının bir perşembe gününün akşamında yeni dönemin başlayacağını muştulayan bildiri mahiyetinde dağıttığı ilanı kendi halkına şöyle duyurur: 

         -“Emin olunuz ki Müminlerin Emiri size has irade vermiş, sizi gerçek inanışlarınızı gizleme sıkıntısından kurtarmıştır. Müminlerin Emiri gerçek niyetini size açıklayarak işlediğiniz hataları bağışlamıştır. Artık bundan sonra insanoğlu için bir nizam olacak ve ilahi hikmet geleceğe hüküm olacaktır…” 

        Böylece gün batımı akşamında Hamza b. Ali Dürzîlik harekâtının bir doğal lideri ismi olarak duyurulmuş olur da.  Her ne kadar bazı kaynaklarda Hâkim-Biemrillah’ın ulûhiyetini ilan edip etmediği hususunda farklı görüşler ileri sürülse de sonuçta onun hilafetin başına geçtikten kısa bir zaman sonra ileriye yönelik işaret ettiği müjdeleyici beyanlarının etkisiyle fırkalaşan bu akımın müntesiplerince kendisine ulûhiyet isnat edildiği gerçeğini değiştiremeyecektir. Nitekim Dürziyye mensubu Hasan b. Haydara el-Fergani ulûhiyet fikrini ilk yayan isim olarak adından söz ettirip,  güya Hâkim-Biemrillah’ın bedenine  (hâşâ) Yüce Allah’ın hulûl eylediğini dair sapkın fikriyatını Kahire’ye gelip yaymaya çalışır da. Ancak, Sen misin fani olan bir insana ulûhiyet isnad eden,  bu tür sapkın fikirlere tahammülü olmayan bir kişi tarafından 1018 yılı itibariyle öldürülmekten kendini kurtaramayacaktır.  Yine de bir insan öldürülme pahasına da olsa bu tür sapkın fikirleri yaymaya hele bir görsün,  ömür boyu onca ektiği fitne fücur tohumları öldükten sonra da filizlenip dal budak salabiliyor.  

        Bir diğer Hâkim-Biemrillah’ın ardından onun ulûhiyetini yaymak için kolları sıvayan isimlerden biride Buharalı Türk Muhammed b. İsmail Anuş Tekin ed-Derezi’dir.  Öyle ki o da Hâkim-Biemrillah’ın sağlığında Kahire’ye gelip onun ilahlık iddiasını destekleyenlerin başında gelen isim olmanın yanı sıra bu amaç doğrultusunda kitap yazmayı da ihmal etmez.   Onun gayretini yerinde gören Hâkim-Biemrillah,  mahiyetindekilere Buharalı Türk Anuş Tekin’in kitaplaştırdığı fikirleri can kulağıyla dinlemelerini ve kabul etmelerini telkin eder, ancak ne var ki onun fikirleri ahali nezdinde tepkiyle karşılanacaktır.  Bu gösterilen tepkiler üzerine Hâkim-Biemrillah’ın emri üzerine Şam’ın Vaditteym’e gitmek zorunda kalıp kitaplaştırdığı ulûhiyet fikirlerini yerleştiği bu topraklarda yaymaya koyulacaktır.  Hani huylu huyundan vazgeçmez ya,  aynen buralarda da hızını alamayıp kınında duramaz mizacıyla bu kez kendi kendine yol gösterenlerin efendisi anlamına gelen  “seyyidü’l-hadim”  olduğunu ilan edecektir. Hatta daha da hızını alamayıp buralarda kendisinin Hamza’nın yerine tayin edilen imam olduğu davasını güdüp bu hususta ahaliyi ikna için çaba sarf etmeyi de göze alır. Fakat onun kendi kendini  ‘imam’ konumunda göstermeye kalkışması ters tepip hakkında şirke düştüğü şayiasıyla kendi sonunu hazırlayacaktır. Nitekim gösterilen tepkiler ve hakkında çıkan şayialar etkisini gösterip en nihayetinde Hâkim-Biemrillah’ın emriyle 9 Mayıs 1019 yılında öldürülür de. 

         Hâsılı Hâkim-Biemrillah’ın ulûhiyetinin ilan edildiği gün bu harekâtın imamlığına getirilen Hamza b. Ali’nin, Dürzîlik akımının sistemleşmesinde ve yayılmasında merkezi konumda bir misyon yüklenmiş olunur.   Hem nasıl kendisine merkezi konumda bir misyon yüklenmesin ki,  zaten Dürzîlik akımı da bu mecrada fonksiyon icra edince o da ister istemez İsmailî dailerin düzenli olarak iştirak ettiği Dârü’l-Hikme meclislerine katılmayı ihmal etmez de.  Böylece buralara sıkça gidip gelmeler eşliğinde iyice piştikten sonra, o da (hâşâ)  Allah’ın nuru Hâkim-Biemrillah’de tecelli ettiğini ve kendi bedeninde zuhur ettiğinden dem vuracaktır. Sadece dem vurmak mı?   Hatta dem vurmanın yanı sıra İsmailî’lere açıktan davetler göndererek bir kısmını ikna edip yanına çekecektir. Ancak bu sapkın fikirlerini halka açmaya kalkıştığında çok büyük tepkiyle karşılaşacaktır. Neyse ki halkın gösterdiği tepkisel galeyanı karşısında Hâkim-Biemrillah’ın yardımı Hızır misali imdadına yetişip son anda pisipisine öldürülmekten kurtulmuş olur.  Hatta bu durumda başına daha herhangi bir gelmemesi için kendisini inzivaya çeker bile. Ancak bir yıl sonra uzlete çekildiği inzivasından çıkıp fikirlerini yaymak için yeniden kolları sıvayacaktır. Bu arada tarihler 1021 yılını gösterdiğinde Hâkim-Biemrillah’ın esrarengiz bir şekilde öldürülmesinin akabinde daha önce başına gelenleri dikkate alaraktan çağrısına icabet eden bir grupla birlikte Mısır’ı terki diyar eyleyip Lübnan’da ki Vâdditteym’e firar eder. Ardından bıraktığı hasbi taraftarlarını ise Bahâeddin el-Muktenâ’nın emanetine havale eder.

        Bilindiği üzere Hamza b. Ali tarafından imam tayin edilen Bahâeddin el-Muktenâ, Hâkim-Biemrillah’ın vefatından sonra hilafet tahtına oturan Zâhir döneminde Dürzi davetine icabet edenlere karşı yapılan yoğun baskılara rağmen irşad faaliyetlerini temkinli bir şekilde sürdürecektir.  Böylece kendine İskenderiye şehrinin merkezini üs olarak seçen Bahâeddin el-Muktenâ,  mensupları arasında iç çekişmelere meydan vermeksizin adım adım cemaat yapılanmasından kendi içine kapanık kapalı bir toplum haline dönüştürecektir.  Her ne kadar içine kapanık toplum yapılanmasını gerçekleştirmiş olsa da bu arada temkini elden bırakmaksızın bir şekilde dışa açılmayı da ihmal etmez. Öyle ki bir yandan davetçiler aracılığıyla bir takım bölgelere açılmak için çaba sarf ederken diğer yandan da fırka içinde ihtilafları giderip mensuplarını birlik beraberlik içerisinde iri ve diri tutmaya çalışacaktır.  Şu da var ki, her ne kadar Zâhir’in vefatının ardından kısa bir süre rahatlık yüzü görseler de sonrasında yine sil baştan kendilerine yönelik nükseden baskıların artması hasebiyle yaptığı davetleri 1042 yılında askıya alıp artık yeni hükümleri gelmeyeceğinin duyurusuyla bu sapkın akım giriş çıkışların sıkı denetlendiği gaybet yapılanmasına bürünecektir. 

       Evet, Dürzî daveti temkinli bir şekilde dışarıya gönderilen dailer aracılığıyla Kuzey Afrika’dan Hindistan’a, Yemen’den Bizans’a kadar dışa açılsa da daha çok faaliyetlerinin meyvesini Ürdün, Filistin, Lübnan ve Suriye bölgelerinde dar kapsamda gruplar halinde taraftar oluşturarak alacaktır.  Derken bu bölgeleri mesken tutmuş Tenûhiler, Şihâbîler, Ma’n Oğulları ve Canbolatlar adıyla ün salmış aileler de bu fırkanın müntesibi olurlar. 

       Dürzîlik akımının 12. Yüzyıldan sonraki tarihi sürecine baktığımızda dönem dönem kimi zamanlar karanlık ve karmaşık ilişkiler içerisine girip debelenmesine rağmen bir şekilde yoluna devam ettiğini görürüz.  Hatta yaşanan bir dizi karmaşık dönemler yumağı içerisinde bir bakıyorsun Haçlılarla ortak hareket ettiklerini, bu yüzden Osmanlının fitne fücur bu sapkın akımla uğraşmak zorunda kaldığını görüyoruz. Yetmedi toplumun ileri gelen büyük Dürzî ailelerinin kimi zaman Hıristiyan Marunîlerle ortak hareket ettiği gibi Marunîlerle ve Nusayrîlerle bile kanlı çatışmalara girmişliği söz konusudur.  Şu da var ki, zaman zaman Osmanlı ile iyi ilişkiler içerisinde bulunduğu gibi kimi zamanda Osmanlının muhaliflerine destek olup bilhassa I. Dünya savaşında Fransızlara ve İngilizlere arka çıktığı da bilinen bir gerçekliktir. Böylece arka çıkmanın diyeti olarak da 1921 yılı itibariyle Fransız mandası altında Dürzî emirliği ile mükâfatlandırılmış olurlar. Derken en nihayetinde Suriye ve Lübnan’ın bağımsızlığına kavuşmasıyla birlikte bu iki ülkenin yanı sıra İsrail ve Ürdün’de hayatiyetlerini sürdüreceklerdir.  Ayrıca 19. Yüzyılda göç hareketlerinin ivme kazanmasıyla birlikte fırsattan istifade Amerika, Avustralya ve Batı Afrika’da bir kısım ülkelere göç ederek küçük topluluklar oluşturup buralarda da varlıklarını sürdüreceklerdir.

          Malumunuz Dürzîlik akımına davet dailer aracılığıyla temkinli bir şekilde batınî özelliğe haiz kapalı kutu olarak yürütüldüğü içindir öğretilerinin yıllar boyu kendi dışındakilerince bilinmesine geçit verilmemiştir. Tâ ki Kavalalı Mehmed Paşa’nın oğlu İbrahim Paşanın sır perdesi bu söz konusu gizemli batınî hareketle 1830 yılında giriştiği savaşta bozguna uğratıp kitaplarına el koyar, işte o zaman pandora’nın kutusu açılıp sır küpü olmaktan çıkmış olurlar. Böylece ele geçen kitapların kütüphane raflarında yer alması sayesinde bu sapkın Dürzîlik akımın öğretilerinden dikkat çeken birkaçını sıraladığımızda gerçek yüzlerini şöyle öğrenmiş oluruz:

       -Dürzîlik akımının inanç ve ameli öğretilerinde, (hâşâ)  Allah’ın en nihai nuru tecellisinin Hâkim-Biemrillah’in bedeninde tecelli edip ilah olduğuna inanmak esastır,       

        -Dürzîlik akımının inanç ve ameli öğretilerinde eşyanın tabiatı ilkin “emr” denen Hamza b. Ali’nin mayasıyla illetlik kazandığının bilincinde olmak şarttır. Dolayısıyla bu sapkın akımda eşyanın ilk sudûru Hamza b. Ali ismiyle zuhur ettikten sonra en önemli mertebe  “emr”  makamıyla vücut bulduğuna inanmak esastır.         

         -Dürzîlik akımında “hudûd”, Hamza tarafından görevlendirilen peygamber mertebesinde her türlü günahtan münezzeh dört kişiye has masum zatlar olup bunlardan Muhammed b. Hamid el-Temimi ilk hudûd isim olup, ikinci isim Abdullah Muhammed b. Vehb, üçüncü isim Ebü’l-Hayr Selâme b. Abdilvehhâb, dördüncü hudûd isim ise Bahâeddin el-Muktenâ’dır.  

         -Dürzîlik akımında ulûhiyet isnad ettikleri Hamza’nın güya Allah’a gidilen yol ve Allah’ın arşını taşıyan meleklerin yaratıcısı olmanın ötesinde ayrıca Allah ile kullar arasında aracı olduğuna inanmakta esastır. 

        -Dürzîlik akımında hulûl hadisesi muhtelif devirlerde Hamza’nın; Âdem  (a.s) döneminde Şantil,  Nuh (a.s) devrinde Pisagor,  İbrahim (a.s) devrinde Davud, Musa (a.s) devrinde Şuayb, İsa (a.s) devrinde Mesih, Hz. Muhammed (s.a.v) zamanında Selman-i Farisi,  en nihayet Hakim devrinde ise Hamza b. Ali olarak günümüzde reenkarnasyon kavramına karşılık gelen anlamında hulul ettiğine inanmak esastır.   

         -Dürzîlik akımına göre Hamza b. Ali’nin İslam’ın temel akidelerinden kelime-i şehadet, namaz, oruç, hac, zekât, cihad ve velayet gibi akaid ve ibadete dair temel ilkeleri kaldırıp yerine yedi esas hüküm ortaya koymuşluğuna inanmak esastır. Ortaya koyduğu yedi temel düsturda ifade edilen:

        “*Hükmünü iptal ettiği velayeti kendine özgü kılmak olarak,

          *Namazı doğru sözlülük olarak, 

          *Zekâtı kendi müntesiplerini koruyup kollamak olarak, 

          * Kelime-i Şehadeti Hâkim’in her devirde ilah tanımak olarak, 

          * Hükmü kalkmış ibadetten vazgeçmeyi oruç olarak,

          * Kendi dışındakileri İblis ve azıtmış harici isyankâr görüp onlardan uzak kalmayı Hac olarak,

          *Hâkim’in ortaya koyduğu her hükmüne kayıtsız şartsız riayet etmeyi cihad olarak” ikame edilmiştir. 

          -Dürzîlik akımında Yaratılış hadisesi, Yeni Eflatuncu görüşlerden mülhem olarak Allah görünür âlemle teması asla düşünülmeyecek kadar yok farz edilip, görünür âlemde çokluk içinde her ne karmaşık hal ve ahval durum varsa bu Allah’tan değil,  bilakis yaşanılan hayatın kaynağı külli akıldan zahir olan ahvali bir durumdur.  Böylece bu akımda hayatın bütünü külli nefisten meydana geldiği yönünde ağırlıkta görüş kabul görür. 

          -Dürzîlik akımında insanların ruhları bir defada yaratılmış olmakla beraber reenkarnasyonu reddetmezler, yani ölen bir kimsenin ruhu bir başka cesede girerek yeniden doğacağına inanırlar. Bu sapkın akımda ölümle birlikte insan ruhunun tıpkı yılanın derisini değiştirdiği gibi bir çeşit gömlek değiştirmesi olarak görülür. Bu arada unutmayalım ki, Dürzîler reenkarnasyon hadisesinde insan ruhunun bitkilere ve hayvanlara geçtiğinin savunanları tezini reddettiklerinden bu hususta tenasüh kavramı yerine takammus kavramını kullanmayı yeğlerler.  Ayrıca Dürzîler ruhları iyi ve kötü ruhlar olarak tasnif edip iyilerin ruhları her daim yükselirken kötülerin ruhları da her daim aşağılara doğru düştüğü şeklinde bir inanışa sahiplerdir.  

        -Dürzîlik akımında dünya ahiretin tarlası değil tam aksine ahiretle ilgili cennet, cehennem, hesap, mizan, ceza, ecir her ne varsa görüp göreceğimiz her şey bu dünyadadır denilmektedir. Hakeza Arş ve kürs içinde aynı inanca haiz bir tutum sergilemekteler. 

        -Dürzîlik akımında Hristiyanlıktan mülhem evlenme yaşı bayanlarda 17 olarak kabul görülürken, erkeklerde 18 olarak kabul görülüp erkeklerin birden fazla kadınla evlenmesine asla müsaade edilmez. Zina eden bir kimsenin evliliğinin ise hiçbir evlilik bağının kalmadığı yönünde bir inanca sahiptirler. Hakeza Dürzîlik içtihadında boşanan kadın aynı erkekle evlenemediği gibi Dürzî toplumun dışında bir başka toplumun ferdi ile de evlilik yapması asla kabul görülmez.

       -Dürzîlik akımında kutsal metinler dört yahut altı kitaba taksim edilmiştir. Resâil’ül Hikme veya el-Hikmet’üs-Şerife diye addedilen bu eserler 111 risaleden oluşmaktadır.

       -Dürzîlik akımında dini hiyerarşik yapılanma; dini hükümlere vakıf olanlar “ukkâl” zümre olarak, vakıf olmayanlar ise “cuhhâl”  zümre olarak kategorize edilir. Öyle ki ukkâl zümrenin dini hükümleri bilmelerine binaen takva hayatı olarak sarıklı cübbeli olarak dikkatleri üzerlerine çekip bu guruba girmek içinse 40 yaşını geçmiş olma şartının yanı sıra tüm iyi hasletlerinde üzerinde toplanması şartı da aranır. Öyle ki iyi hasletleri üzerinde toplamış bir Dürzî kişinin bu gruba dâhil olmasıyla birlikte her perşembe akşamları düzenlenen halvetlere katılmasına da müsaade edilip böylece katıldığı toplantılarda dini metinleri okuyan zümre halkasında yerini almış olur. Cühhâl bir Dürzî ise dini metin ve kaideleri bilmediği içindir bu gruptakilere sigara içmek ve dünya iştahı kabartacak dünyevi nimetlerden faydalanmaları mubah olarak kabul görülür. 

      Vesselam.

         


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —