Selim Gürbüzer

Tarih: 01.08.2025 17:33

ÖRFÜN GÜCÜ ETKİSİNDE GİZLİ

Facebook Twitter Linked-in

Kanunlar örfün yazılıp resmileşmiş şeklidir. Kelimenin tam anlamıyla binlerce seneden anane hale gelmiş kültürel birikimin adıdır örf.  İşte bu tanımdan hareketle örfün mantığı tarihi kodlarındaki kültürel birikimiyle özdeştir diyebiliriz pekâlâ.  Bu yüzden insanlık her devirde geçirdiği hayat birikimini örf haline dönüştürüp bugünlere taşımıştır hep. Malum taşınan her kültürel birikim kanunların temelini teşkil etmiştir. Şayet bugün kanun, hukuk ve hürriyetten söz ediyorsak bunu büyük ölçüde örfe borçluyuz. Zira örf toplumun kültürel canlı hafıza birikimidir. Nitekim öyle toplumlar vardır ki; yazılmış metin ve kanunları olmasa da sırf hafızalarında canlı tuttuğu örfle idare edilebiliyorlar. Örnek mi?  İşte İngilizler bunun en bariz örneğini teşkil edip bir bakıyorsun İngiliz hanedanı bile örfe tabii olarak konumunu muhafaza etmekte.  Öyle ki Prenses Margaret'in boşanıp başka biriyle evlenmeye kalkışması örf karşıtı bir tavır olarak değerlendirildiğinden İngiltere rahibinin tepkisini almıştır. Derken prensesin örf ve adetlere uyması noktasında dikkati çekilmiştir. Dolayısıyla İngiltere’de örf gereği Kraliçe kızı istediği herhangi bir erkekle izdivaç kuramaz, şayet söz konusu oğluysa o da istediği kızla evlenemez. Belli ki örf sayesinde hanedanın devamı sağlanmaktadır. Oldu ya, hanedana isnat edilecek en ufak bir şaibe İngiltere toplumunun hop oturup hop kalkmasına neden olabiliyor. Anlaşılan örfün gücü tarihi ve sosyolojik etkisinde gizli.

         Peki ya Fransa! Malumunuz bu ülkede krallığı devirmek örf hale gelmiştir. Dahası Rönesans böylesi bir örfün oluşmasında ilk nüve olarak yer etmiştir. Tabii bu ilk nüvenin yerleşimi hiçte kolay olmadı. Düşünsenize şatoların yıkılması ve kilise sultasının sükûnet bulması belli bir tarihi süreçlerin süzgecinden geçen bir takım sıkıntıların birikiminin neticesinde vuku bulmuş Rönesans oluşumudur bu. Şimdi tam da tüm bu örnekleri önümüze koyup örfün gücünü düşünmek zamanıdır. Öyle ya, madem Batı kanunlarının temelinde tarihi sosyolojik hadiselerin birikimiyle yoğrularak yerleşik hale gelen örf gerçeği var, o halde bizim ülkemizde de neden örf ve adetlerimiz baş tacı edilmesin ki. Maalesef yürürlükte olan kanun ve mevzuatlara baktığımızda kendi bahçemizde bize ait örfümüzden herhangi bir iz ve emare bulamazken,  kopya ettiğimiz bize yabancı batı kaynaklı örfün izleri bahçemizde tamtakır yeşertilmiş durumda. Nitekim Osmanlı Hanedanının sürgün edilip varlığını yitirmesi bu durumu teyit ediyor. Hele ki son tahlilde ortaya çıkan manzarada yürürlüğe konulan kanunlar Fransız Krallığını deviren örfün ortaya koyduğu kanunlar olunca da bir takım batı hayranı mankurtlardan ülke yararına herhangi bir şey beklemek boşa umut bağlamak olurdu zaten. Sonuçta bu kanunları çıkaranlar batıya göbekten bağlıydılar. Onlar batıyı taklit ettikçe Osmanlı’nın da lüzumu o nispette azalış kaydetmiştir.

        Şu bir gerçek 19. yüzyıl İslam dünyası için kapkara bir dönemdir. Öyle ki bu asırda yerli kültür ve hukuk sükûnet bulup yerini İngiliz ve Fransız örfünün egemen olduğu sömürge düzeni almıştır. Hele İslam âlemi sömürgeleştirilmeye bir görsün, bir bakıyorsun Batı kanunlarının ilk tatbikini İngilizlerin Hindistan’ı işgalinde bunu pekâlâ görebiliyoruz. Zaten bu ilk uygulama dalga dalga büyümeye yüz tuttuğunda adeta Müslümanların üzerine kâbus gibi çöküp ilerisinde Orta Doğu kanayan yara hale gelecektir. Bizde ise malum 1850 tarihli ticaret kanunu ve 1858 tarihli Osmanlı Ceza kanunname-i Hümayunu’nun çıkmasıyla birlikte birçok bunalıma kapı aralanmıştır. Derken Mecellenin hükmü zaman içinde eriyip yürürlükten kaldırılmış olur. Oysa Mecelle mükemmel bir kanun külliyatıydı. Hatta bugün bile insanlığın Osmanlının Mecellesinden istifade edebileceği pekçok kanun umdeleri mevcuttur. Ama gel gör ki; bu mükemmel örfle özdeşleşmiş kanun hükmünde ki Mecelle umdelerini anlayacak kapasitede bir elin beş parmaklarını geçmeyecek sayıda hukuk adamı vardır dersek yeridir 

       Evet,  anlaşılan o ki kanunların temelinde örf gerçeği vardır. Bir başka ifadeyle örf kanun oluşumunda kaynak pınardır. Yeter ki çıkaracağımız kanunlar örfle beslensin bak o zaman toplumun vicdanında kabul görecek hukukla buluşmamız an meselesidir diyebiliriz.   Öyle ya, Batıda örf baş tacı edilirken bizde neden baş tacı olmasın ki? Hele hele bizim Batı dünyasına göre çok önemli kayda değer üstün bir avantajımız var ki, hiç kuşkusuz o da çağlar üstü İslam’a tabii olmamızdır.  Zira alışıla gelen örf ve ananelerin bir toplum için faydalı olup olmadığını ayıklayabilen tek kaynak İslam'dır. Dolayısıyla İslam süzgeci bugünümüz ve geleceğimizin teminatıdır diyebiliriz pekâlâ.

       Örfün zahiri yönüne bakıldığında bir anlam veremeyebiliriz. Dahası ilk etapta insana bir takım alışıla gelen kalıplar mantıksız gelebilir. Oysaki örfün gücü iyi analiz edildiğinde sosyolojik gerçeği ve tarihi bir vakayı idrak etmiş oluruz. Nitekim buna bir misal getirip meseleyi şöyle açıklığa kavuşturabiliriz.  Malumunuz göçebe Türkmenlerde örf gereği deve çobanının şahitliği geçerliydi, koyun çobanının şahitliği pek makbul tutulmazdı. İşte bu durum ilk etapta insana garip ve anlamsız gibi görünse de derinlemesine iyi analiz edildiğinde koyun sürüsü çobanı sürülerini daha güneş doğmaksızın meraya götürüp güneş batımı sonrası eve getirdiği görülecektir. Anlaşılan o ki; deve çobanı güneş doğduktan sonra hareket edip güneşin batmasına bir mızrak kala obaya dönmektedir. İşte deve çobanıyla koyun çobanı arasındaki bariz fark bu misalle anlam kazanmakta. Zira koyun çobanının güneş görmezliğinin dışında kalması hasebiyle deve çobanına göre havanın aydınlığında birçok olayları yerinde gözlemleme şansının daha zayıf kalacağı bir durumu gösterir. Bu demektir ki; deve çobanı havanın aydınlığından istifadeyle koyun çobanına göre hem olayları yerinde görme şansının hem de toplumla haşir neşirliğinin daha kuvvetle muhtemel dâhilinde olacağıdır. Dolayısıyla deve çobanının şahitliği esas olacaktır. 

        Hakeza örfün gücü Resulullah (s.a.v); ilk tayin ettiği kadıya şu sualleri tevdi ettiğinde de görülen bir gerçekliktir. Nitekim Allah Resulü (s.a.v) der ki:

        -Ya Ebu Musa El-Eş'ari, gideceğin yerde nasıl hükmedeceksin?

        Ebu Musa El-Eş’ari bu soru karşısında şu cevabı verir:

        -Ya Rasulallah! Kur’an'a göre, 

        Peygamberimiz (s.a.v) tekrar sorar:

        -Peki, o hüküm Kur’an’da yoksa?

        Ebu Musa El Eş'ari (r.anh) cevaben:

        -Hadis-i şerife göre hükmederim der.

        Fahri Kâinat Efendimiz (s.a.v):

        -Peki ya bu hüküm hadiste yoksa

        Ebu Musa El Eş'ari (r.a) bu kez:

        -Örfe göre hükmederim der.

        Habib-i Ekrem (s.a.v):

        -Peki ya örfte yoksa?

        Ebu Musa El Eş'ari (r.a) en nihayetinde şu cevabı verir:

        -O zaman ictihatta bulunurum.”

       İşte yukarıda karşılıklı konuşmalardan da anlaşıldığı üzere örfün ilahi hükümlerden sonra en güçlü hüküm kaynağı olduğu muhakkak.  Ancak burada şu gerçeği unutmamak gerekir,  her şeyden önce örf’ün vahye ve sünnete aykırılık ve ters düşmemesi gerekir.

        Malumunuz İslam’da hüküm sırası; Kura’n, sünnet, icma-i ümmet, kıyas-ı fukaha ve örf vs.dir. İşte bu hüküm sıralamasında yerini bulan örf’ü hiçe saymak toplumu bunalıma sürükleyeceği gibi kimyasını da bozabiliyor. Dolayısıyla örfe müdahalede bulunmak çok kere toplumun bağrında derin yaralar açıp onarılmaz iz bırakabiliyor. Hem kaldı ki dayatmayla, emirle şiddetle örf’ü değiştirmeye kalkışmak, hem tarihi gerçeklerle hem de sosyolojik dokuyla da bağdaşmayacağı muhakkak. Zira Osmanlı’nın gücüne güç katan hanedanlığın yanı sıra yeniçeri ocağı, sipahiler, tekkeler, medreseler, alaylar, fetih hareketleri, örf ve ananelerimizin olduğu bilinen bir gerçekliktir. İşte bütün bu teşkilat yapıları feshedilince bu sefer hanedan mercek altına alınıp sürgün muamelesine tabi tutulmuşlardır. Sanki Osmanlı’nın neyi var neyi yok ilga etmekle Avrupalılaşacağımızı sanmışız. Fakat hala gelinen nokta itibariyle çağdaşlaşma sürecini tamamlayamadık.  Üstelik Avrupa Birliğine tam üye olmak için tam tekmil onca çaba gösterdiğimiz yıllarda bile daha henüz Osmanlı’ya karşı kin ve nefret duyma hissi sona ermiş değildir. Üstelik ortada ecdat yadigârı diyebileceğimiz hiçbir örf ve kanun maddesinden eser kalmadığı halde, ne hakla kin duyuyorlar doğrusu anlamış değiliz. Galiba kökü dışarda bir takım aklı evveller geri kalmışlığın faturasını Osmanlıya çıkarmakla kendi başarısızlıklarını örtbas edeceklerini sanıyorlar. Oysaki Cumhuriyet kurulmuş kurulalı ne bir kapitülasyon,  ne bir tekke, ne bir medrese,  ne şu,  ne de bu gelişmeye engeldi,  neredeyse Osmanlıya ait her ne varsa hepsinin kökü kazınmıştı zaten.  Öyle ki medeni kanunumuz bile İsviçre’den alınmadır. İlginçtir İsviçre medeni kanununda bizim Kur’an, örf ve adetlerimize uygun bir şekilde “süt ana ve kardeşler arasında” evlenilmesi yasak olarak hükme bağlandığı halde, bir bakıyorsun 4 Ekim 1926 yılı itibariyle çıkarılan medeni kanununda kopya ettiğimiz İsviçre’nin tam aksine serbest olarak hükme bağlamışız. Bu nasıl çağdaşlıksa,   şimdi gel de eseflenme. Doğrusu İslamiyet ve Osmanlıyla ne alıp verecekleri varsa şaşmamak elde değil dersek yeridir.  Bizim örf ve adetlerimize sözde laiklik kaygısıyla dil uzatan bir takım ecdadına yabancı mankurt adamlar şunu iyi bilsinler ki;  boşa nefes tüketmekteler, bizi ne İslam’dan ne de Osmanlıdan asla soğutup koparamayacaklardır. Zaten hiç kimse geriye dönelim de demiyor, tam aksine “kökü mazide olan cümle âleme nizam getirmek için varız” diyorlar. Sanki bir takım köksüz aklı evveller bu ülke insanına çok şeyler katmışlar gibi büyük bir pişkinlikle geçmişi eleştirme hakkını kendilerinde görebiliyorlar. Yine de malum çevrelere şu soruyu sormakta fayda var; bu ülke için acaba şimdiye kadar koltuklarınızı sağlamlaştırmaktan başka dişe dokunur herhangi bir işe yarar icraat sergileyebildiniz mi? Ne mümkün, bu ülke için numunelik olsun maalesef bir tane dikili ağaçları yoktur. 

        Şurası muhakkak;  örfün gücünden mahrum toplum düşünülemez. Her toplumun mayasında mutlaka tarihi köklerle iç içe geçmiş örf'e ait kodlar vardır. Bu yüzden çağdaşlık adına örfü inkâr etmeye kalkışmak toplum kodlarıyla taban tabana zıt bir durum oluşturur. Şayet bir arada kardeşçe yaşamak diye bir derdimiz varsa toplumun ruhunu ortaya koyan örf ve ananelerimize sahip çıkmamız gerekir. Nitekim toplumun temel dinamosu örftür. Belli ki Yahya kemal; ‘Kökü mazide olan atiyiz’ derken örfün geleceğe ışık saçan bir güç kaynağı olduğunu bize hatırlatmaktadır. 

        Evet, köksüz medeniyet olamayacağı gibi örfsüz kanun da olmaz. Kaldı ki örfü hiçe sayan kanun varsaysak bile böyle bir köksüz kanun ne kadar hayatiyetini sürdürebilir ki. Zira örf kanunların ruhudur. Nasıl ki maneviyatsız toplum çökmeye mahkûmsa, örften mahrum çıkarılan kanunlarda vicdan karasıdır. Dolayısıyla her iki durumda da çöküşe uğramamak için gerek toplum nezdinde gerekse devlet nezdinde örfümüzün yaşatılmasında seferber olup çağlar üstü kanatlanmalı da.         

       Velhasıl-ı kelam, örfün gücü etkisinde kodludur.

       Vesselam.


Orjinal Köşe Yazısına Git
— KÖŞE YAZISI SONU —